17 Ağustos 2007

İstanbul'u Sevmek

Ben bir şehri tanımayı o şehrin her köşesini incelemek kadar o her köşenin tarihini ve geçmişini gözünde canlandırmak olarak düşünüyorum.
O şehrin geçmişi ne kadar eskiyse, insanın gözünde canlandıracağı şeyler de o kadar zengin ve derin olacaktır. Ben her Sultanahmet meydanına gidişimde Hippodrom'un 532 yılını düşlerim, araba yarışları, maviler, yeşiller, kırmızılar, beyazlar, gözlerimin önünde uçuşur. Jüstinyen ve Teodora'yı Sultanahmet camiinin meydana bakan kenarında localarında yarışları başlatırken görür gibi olurum. Sonra büyük Nika isyanı gözlerim önüne gelir. Belki de bu şehrin gördüğü en büyük felaketdir bu. Yangınlar... Her tarafta yıkım, taş üstünde taş kalmamış bir şehir. Daha önceki Ayasofya'nın yanıp yok oluşunu düşünürüm. Nerdeyse imparator ve imparotariçe şehirden kaçmak üzeredir. Belizarius adlı bir komutan çıkar ve Hippodrom'da 30000 kişiyi kılıçtan geçirir. Bizim maça gittiğimiz zamanlar stadlar da o kadar insan alırdı. O kadar insan nasıl öldürülür. Bu vahşet hiç aklımdan çıkmaz. Sonra aynı yıl bugünkü Ayasofya'nın inşaatına nasıl başlanabildiğini düşünürüm. Bu zor şartlar altında beş yılda böyle bir inşaatın bitirilmesine şaşarım. 31 m çapında bir kubbenin o şartlarda nasıl yapıldığını aklım almaz. Restorasyon için kurulan iskeleyi görenler kubbeyi yapmayı bırakın iskele kurmanın bile ne hacımlı bir iş olduğunu anlayabilirler.
Salı günü gene aynı şeyler kafamdan geçerken bilmediğim köşeler aramaya oraya buraya burnumu sokmaya başladım. Önce Çemberlitaş önüme dikildi. Restorasyon çalışması beni sevindirdi. Gerçi uzun zamandan beri bir çalışma olmadan duruyor ama ...


Bu taş belki de şehrin ilk anıtı. Konstantin şehri kuruyor ve ilk hristiyanların zaferini simgeliyor bu anıtla. Ara sokaklara daldım. Eminönü Belediyesi'ne rastladım. Daha önce hiç görmemiştim..Bir levha. Teodosius sarnıcı. Ben İstanbul'u az çok bildiğimi sanırım. İlk defa duyuyorum. Gerçi çok sarnıç var İstanbul'da ama... Teodosius zamanı İstanbul tarihi için bayağı eski. Hippodrom'un süslendiği Mısır'dan getirilen dikilitaşın dikildiği, bundan önceki Ayasofya'nın yapıldığı zaman. Teodosius Dikilitaş'ı da beni her zaman büyülemiştir. Sarnıcı gezdim fotoğraflarını çektim.
90'lı yıllarda bulup temizlemişler. Yeni sayılacak bir eser. İstanbul'un güzelliklerinden biri de her an yeni eser rastlama şansının oluşu. Sonra Gedikpaşa ara sokaklarına daldım. Gedikpaşa'nın dik yokuşlarından aşağı doğru deniz ne kadar güzel görünüyor.
Hayat çok canlı idi. Eski zamanlarda 1500 yıl önce de insanların böyle koşuşturduklarını işliklerde çalıştıklarını, mallarını bu sokaklarda sattıklarını ve benim gibi bu noktadan denize baktıklarını düşündüm....Ne kadar zengin olduğuma sevindim ve biraz daha hayal gücüm olmadığına üzüldüm.
Sonra ara sokaklardan yolum tekrar Hippodrom'a düştü. Her görüşümde dişleri dökülmüş insanı anımsadığım örme dikilitaş karşıma çıktı. 700 yıl geçmiş 1204 yılına gelmişiz. Bu şehir, haçlı seferi yapıyoruz diye yola çıkan o zamanın din bezirganlarının hışmına uğramış. Hunlar'ı barbar olarak kabul eden bu barbarlar, Papa adına şehri talan etmişler. Bu güzel dikilitaşın üzerinde parıl parıl parlayan süslü bronz levhaları söküp eritip para basmışlar. 800 yıl bu güzelliği dişsiz bir insan gibi bizlere seyrettirdiler. 57 yıl süren Latin imparatorluğu da bir kara leke olarak gözlerimin önüne geliyor. 1200 yılında doğmuş olsaydım 4 yaşından bugüne kadar o sefillerin içinde yaşamış olacak ve başka bir şeyden haberim olmayacaktı....

Hiç yorum yok: