29 Haziran 2005

Bir iş. Bir ev. Bir araba. Bir de eş.

Dün çok sicak bir gündü. Böyle havalarda moda çay bahçesinde oturup esinti altında İstanbul'u seyretmeyi çok severim. Masaya oturunca ister istemez yan masaya kulak misafiri olursunuz. Başkalarının konuşmalarını dinlemek ayıp diye öğretilse de ayıp şeyler insanı etkileyen yaşama dair güzellikler karşısında anlamını yitiriyor. Hele bir de misafiri olduğunuz kişiler seslerini kontrol edemiyorlarsa.....
Kişileri görsem tanımam. Hikaye olması için anlayamadıklarımı ben uydurdum.
Yeni doktor olmuş iki arkadaş iki genç. Biri erkek ve biri kız. Her zaman olduğu gibi konuşkan olan genç kız okul arkadaşına hayatını anlatıyor. Kız çok mutlu. Bir iş bulmuş gideceği yerde hiç para harcamayacağını kırk milyar lira kazanacağını anlatıyor. Ataşehir'de bir ev bile alabileceğini düşünüyor. Erkek arkadaşı o paranın ile ilk peşinat olabileceğini yardım alması ve borç ödemesi gerekeciğini söylüyor. Yaşam mücadelesi. Bir iş bir ev ve bir araba. Kız hastaları ve hastahaneyi çok seviyor. Beni arayan hatır soran hastalarım var diyerek anlatıyor. Lösemili hastalarla beraber olmuş. İsimleri ile onları ve nasıl kaybettiklerini anlatıyor. Onları hayata bağlamak için sevgiyi de kullandığını özenle anlatıyor. Hatta ileri giderek evlenmek ümidi vermekten bile çekinmemiş. Acı olanı her son gidişinde boş bir yatakla karşılaşması. Oğuz'u kaybettik diye bitiriyor. Her hastası bir isim. İçlerinde madde bağımlılar problemli kişiler de var.
Hastahanelerdeki sosyal uçurumdan çok etkilenmiş. Bir odada hocanın zengin bir hastası ile fakir bir çocuğun beraber kalışlarını anlatıyor. Zengin hasta çocuğun ailesi çocuklarının moralini yükseltmek için yatak çarşaflarına kadar herşeyi Barby almışlar. Yan yatakta yatan çocuk ise dağdaki çoban. Zavallının pijamasını bile birileri uydurmuş vermiş. Ben diyor başladığım zaman bir hastanın ilacını başka bir hasta adına yazmaya karşı idim fakat şimdi rahatça yazıyorum. Bu yolla zenginden alıp fakire verdiğini düşünüyor.
Bir çarpıcı olay anlattı. Bu olay beni de çok etkiledi belki de bu yazıyı yazmama sebep oldu.
Bir hastaya serum veya benzeri bir şeyi değiştirip takması için gönderiliyor. Tam taktığı sırada hasta ex oluyor. Hasta yakını kadın başlıyor bağırmaya kocamı bu kız öldürdü diye. Ben de başladım ağlamaya diye anlatıyor. Diğer doktor arkadaşlarının kendisinin bir suçu olmadığını söylemeleri de onu ikna edemiyor. Kendisi ile vicdan hesaplaşmasının ve hasta yakınlarından korkusunun onu çok sarstığını anlatıyor. Bir genç insan yaşamın içinde pişiyor.
Şimdi benim hastam değişiyor. İki genç doktor hesaplarını ödeyip gittiler. Bu sefer aynı yaşlarda iki genç kız geldiler. Bunlar fazla konuşmuyorlar. Bunlar da sınıf arkadaşı. Kızlardan birisine Almanya'da bir çocukla söz kesmişler. Damat adayı gelmeden burada merasim yapıp kıza söz yüzüğü takmışlar. Sanırım liseyi bitirmiş. Şu sözleri beni çok etkiledi. Benim param, evim ve bir de arabam olsaydı evlenmezdim dedi. Bence gerçekçi bir görüş. İnsan hayatın içinde pişmedikçe her şey lay lay lom...... İnsanlar serseri bir mayın gibi. Nerden çıkacakları ne olacakları hiç belli değil.
İnsanın içindeki serseri mayını kontrol edebilmesi için önce eğitimden geçmesi donanım kazanması ekonomik özgürlüğünü eline alması ve sonra hayat içinde pişmesi gerekiyor. İnsanın eş seçme gibi daha önemli bir aşamaya ise bunlardan sonra varması daha mantıklı.
Çocuklarımız bu aşamaları geçerken bizlere de bu konularda kafa yormak düşüyor.
Yoksa yan masalara kulak misafiri olduğum için beni ayıpladınız mı?

25 Haziran 2005

Gümüşsüyü-Taşkışla Havadan Bir Gezi



Ömrümüzün beş yılını geçirdiğimiz mekanlar artık bilgisayar ekranında.
Gümüşsuyu binasının girişinde İTÜ giriş sınavını kazananlar ilan edilirdi. Yurtlara doğru girişte sağda Postahane vardı ve ara sıra işimiz düşerdi. Yurt binası girişi , kantin, çay içilen salon, berber, boyacı, öğrenci birliği, merdiven çıkışı, anons yapılan yer şimdi gözlerimin önünde.
Yanda bir spor sahası vardı, son sene heyecanlı maçlar yapılmıştı. Berat Karabay kardeşimiz ise çok iyi bir hakem olarak göz doldurmuştu. Yazısından anladığım kadarı ile Yücel Özdemir kardeşim bile birkaç dakika maçta oynamak zevkine ermiş. Arada tünel gibi kısa bir geçitten geçip Taşkışla yoluna koyulurduk.
Solda spor salonu, sağda mutfaklar vardı. Spor salonunda Burhan Şahinbeyoğlu gibi güreş çalışan arkadaşlarımıza rastlanabileceği gibi Hilmi Diler gibi masa tenisi ustaları da bulunurdu. Sağda mutfakları düşününce rahmetli Sulhi Yıldız arkadaşımız aklıma geldi. Ara sıra yaptığımız yemek boykotlarını da unutmak mümkün değil.
Dolmabahçe'ye inen arka yola çıkmadan önce solda keçileri ile yaşıyan yaşlı kadını da anımsamadan geçemeyeceğim. Bugün ahlak ve görünüm çirkinliği anıtı olan Gökkafes'in üstündeki parkın yerinde Lalezar gazinosu vardı. Yurtta her akşam Gönül Yazar'ı dinlerdik.
Taşkışla girişi tarih olarak çok önemli.  31 Mart vakası burda gerçekleşmiş. Geçen ziyaretlerimden birinde Feridun kardeşim giriş sutunlarında o günlerden kalmış saplanmış paslı mermi kovanlarını gösterdi. Sevgili hocamız Feridun Çılı bizim için Taşkışla nöbetini tutuyor. O bizden sonra da o mekanları hiç bırakmadı.
Rahmetli Amiral Kemal Özüdoğru kardeşimizi sonsuzluğa uğurladığımız gün Burhan, Cengiz ve ben ders yaptığımız amfilere de baktık. Ufak tefek değişiklerle herşey yerinde duruyor. Şimdi Mimarlık fakültesi öğrencileri ders yapıyor. Cinsi latif sayısı çok fazla ve erkeklerin iki katı kadar varlar. Saat başı olsun ziller çalsın diye bekledik. Ne zil var ne zil çalan. Burhan kardeşim genç arkadaşlardan birisine sordu. Gençler zilin ne olduğunu anlayamadılar. Hocalar ve öğrenciler kafalarına göre takılırlarmış.
Dünya hali değişmiş. Biz mi yaşlandık yoksa be .......