Sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Mart 2019

Osmanlı'yı Gözle Görmek-1574






Kanuni Sultan Süleyman öldükten sonra II.Selim padişah olur. 8 yıl padişahlık yapar ve  1574 yılında ölür.
Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa, Kanuni'den sonra II.Selim'e ve o öldükten sonra da III.Murat'a sadrazamlık yapar. Sokullu 1579 yılında bir suikaste kurban gider.
Lambert de Vos adlı bir flaman sanatçı 1570'li yıllarda İstanbul'a gelerek Türk Kostümleri eserini yaratır. Sanatçı Mechlin adlı bölgeden gelmektedir.  Bu bölgede yünlü kumaş, dantela ve desen yapımı ve boyama ileri  seviyededir. Sanatçı doğal boyalar kullanarak fotoğraf gibi resimler oluşturmuştur.
Yüzlerce yıl Bremen Üniversitesi raflarında saklı kalan bu eser bence Levni'nin çizdiklerinden de yüzelli yıl öncesini çok güzel gözler önüne seriyor. Bu eserleri tanıtmak gerekiyor.
http://brema.suub.uni-bremen.de/ms/content/titleinfo/1616749
from-slite

Wikipedia'dan

Lambert de Vos, a native of Mechlin, who entered the Guild of St. Luke in that city in 1563, went to Constantinople, and there executed in 1574 a volume of drawings of 'Oriental Costumes,' which is preserved in the Library at Bremen.





from-slite
Sultan II.Selim


from-slite

Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa

from-slite

Yeniçeri kıyafetleri kafalarına sorguç takılış şekli ilgi çekici

from-slite

Acemioğlanlar yiyecek taşıyor.

from-slite
Eğlence var.

14 Mayıs 2012

Tarihe Karşı İşlenen Suçlar

-Fotoğrafları tıklayarak büyütebilirsiniz.

Bu konuyu 2009 yılında grubumuzda incelemiş olmama karşın son gezimde (2011 Nisan)  fotoğraf çekerken bir türlü bitirilemeyen Arkeolojik Park, daha da ötesinde ucube bir görünüm kazanan otel eklentisi canımı acıttı.

Tarihe karşı bu saygısızca benzer bir yıkımı , Roma'da İmparator Yolu ile bizden önce  Romalılar yapmış olsalar da bu kadar yıl sonra bizim Arkeolojik Sit Alanı içine böyle bir yapıya izin vermememiz gerekirdi.

Rant kafası ile yaratılan çanak çömlek mantığı bizlere toplumda eğitimin önemini bir defa gösteriyor.


Uzun yıllar Bizans eski sarayının yeri tam olarak bilinmemekteydi. Son araştırmalarla yer belirlendi. Bugün yerinde arkeolojik kazı çalışmaları yapılıyor ve Arkeolojik Park haline getirilmekte. Bu parsel üzerinde en büyük yapı 1846 yılında yapımına başlanan Darulfünun binası olmuş. Önce Meclis-i Mebusan daha sonra Adliye Sarayı olarak kullanılan binanın bir köşesine de Sultanahmet Cezaevi yapılmış. Bu bina 1933 yılında yanmış ve sonra yıkılmış.


National Geograhic Dergisi 1928 yılı fotoğrafına dikkatle bakılırsa Ayasofya'nın saraya giriş tarafındaki minaresinin hemen yanında Bab-ı Hümayun ana kapısı seçilmekte ve resmin sağ kenarında Aya İrini görülmekte.

Adliye Sarayı Ayasofya'nın ilk yapılan tuğla örme minaresi hizasında başlıyor belki de bugünkü cezaevi girişi sokağına kadar uzanıyor. Aşağıdaki fotoğrafla karşılaştırılırsa cezaevinin ana binaya dik uzanan kısmı ve avlusu seçiliyor.



Bab-ı Hümayun tarafından Arkeolojik Parka bakacak olursak otelin eklentisi üzerinde bırakılan filizlerle iyice ortaya çıkmış durumda. Burada bir katlı Arkeolojik Park için tanıtım binası yapılmış olsaydı belki o kadar çirkin kaçmayacaktı.


 Arkeolojik Parkı çevreleyen sarı perde kalkınca çirkinlik bir kat daha artacak.


http://erkmensenan.blogspot.com/2009/03/buyuk-saraymagnum-palation-palatium.html

http://www.hayal-et.org/i.php/site/building/daruelfuenun

01 Nisan 2008

Levni - Minyatür Ustası

Blog yazılarım içinde açık ara ile ilgi gören bu yazımı tekrar okumak çok güzel.

Bu yazıyı okuyanlara bir tanıtım yapmak istiyorum:
http://ben-nejat.blogspot.com/2019/03/osmanly-gozle-gormek-1574.html

Yüzlerce yıl Bremen Üniversitesi raflarında saklı kalan bir eser buldum. Bence Levni'nin çizdiklerinden de yüzelli yıl öncesini çok güzel gözler önüne seriyor. Bu eserleri tanıtmak gerekiyor. 1570 yılı ile 1720 yılı arasında 150 yıl fark var. 

12 Eylül 2019



Levni 300 yıl önceki Osmanlı yaşamını bize anlatan çok büyük bir sanatçıdır.
Şair Vehbi'nin, III Ahmet'in şehzadelerinin 1720'deki sünnet düğününü anlatan Surname'sini süsleyen minyatürleri Levni'nin en ünlü eserleri arasındadır.

Levni burada kendisini ölümsüzleştirmiş olsa gerek. Celal Karaca kardeşimin yardımı ile sağdaki figürün Levni'nin imzası olduğunu öğrendim. Sağdaki L(em) ve V(av) harfleriyle burun ve ağzın profilden görüntüsünü resmetmiş, cepheden burun yapabilmek için de Y(e) harfini biraz stilize etmiş N(un) harfinin noktasını cepheden göz izlenimi versin diye sola kaydırarak bir imla hatasını da göze almış. Cephe ve profili birleştiren Levni'nin bu imzasını kübizmin ilk eserlerinden biri olarak kabul edebiliriz.

Sultan III.Ahmet, şehzadeleri ve sadrazam Nevşehir'li Damat İbrahim paşa köçekleri izlerken görülüyor.

Eğlencelerin bir kısmı Okmeydan'ında yapılmış geri planda tepeler ve Aynalıkavak kasrı farkediliyor.

Eğlenceler arasında geçit törenleri de var. Çeşitli meslek grupları, başka yerlerden gelenler de geçide katılıyorlar. Savaş oyunları benzeri gösteriler de yapılıyor.

Aynalıkavak kasrı önünde denizde yapılan gösterilerde ip cambazları hünerlerini gösteriyorlar. Araba gösterisi çok ilginç.





Burada ilk denizaltı görülüyor.Haliç sularına bakıp III.Ahmet’in dört şehzadesini sünnet ettirdiği şölende, şölenin 13.günü sudan çıkan timsahı anlatırım. Döneminde dört şehzadesini sünnet ettiriyor padişah III.Ahmet ve sudan bir timsah çıkıyor. Timsah kayboluyor, tekrar çıkıyor. Padişah şehzadeleriyle Aynalıkavak tahtında oturuyor. Timsah ağzını açıyor beş tane çengi çıkıyor içinden ve timsahın sırtında dans etmeye başlıyor. Tabii yiyecekleri de sunuyorlar kıyıya, timsahın ağzının içine girip kayboluyorlar. Bu saray görevlisi İbrahim Efendi’nin eğlence olsun diye yaptığı bir gösteri, yani ilk denizaltı III. Ahmet döneminde Haliç’te timsah şeklinde yüzdürülmüştür. Ne zaman, Haliç’e ne zaman baksam ben o timsahı görüyorum.
Sunay Akın
http://www.sunayakin.net/portal/sunay-akin-roportaj/2006/12/29/


Topkapı Sarayı'nda şehzadelerin sünnete gidişi.
Solda önündeki çeşmesi ve iki taraflı merdivenleri ile III.Ahmet kütüphanesi belli olmaktadır. Kütüphane çok yeni yapılmış olmalı(1719). Arkada Arz odası duvarları çinilerle kaplı olarak eski haliyle görülüyor. Bu bina 19.yüzyılda yanmış olup sonradan tamamen onarılmıştır. Şehzadeler belki de Okmeydanı eğlencelerinden saraya gelip Bab-u Saade kapısından geçerek sünnet odasına doğru gidiyorlar. Benim tesbitlerime göre öndeki şehzadenin solunda sultan III.Ahmet görülüyor. arkasında de Nevşehirli Damat İbrahim paşa olabilir.

Burası Topkapı Sarayı'nda Bağdat ve Revan köşkü ile İftariye köşkünün bulunduğu alan. Sünnet odası İİftariye köşkünün hemen solunda bulunuyor. Belki de sultan, şehzadeler sünnet edilirken para saçtırıyor ve hizmetliler de kapışıyor. Bugün de sarayı gezenler o havuza niyet tutup para atarlar.Bağlantı
Surname-i Vehbi

30 Mart 2008

Eski Zamanlarda Okmeydanı


Osmanlılarda Ok atıcılığı çok önemli bir spordu. İstanbul'un alınışından hemen sonra Okmeydanı arazisi sahiplerinden satın alınarak bir fermanla ok sporlarına açılmıştır. 400 yıl burada büyük okçular yetişmiş ve büyük yarışmalar yapılmıştır. Hedefe atış ve uzağa atış olmak üzere iki kolda okçuluk vardır. Bilinen en uzun atış Tozkoparan İskender'e ait olup 1281.5 gezdir. Gez 66 cm olup, bu mesafe 845.8 m dir.

Ok meydanı biraz da bugünün stadlarına benzemektedir. Tatil günlerinde, bayramlar ve eğlencelerde orada toplanılmakta yarışma ve gösteriler yapılmaktadır. Bu eğlencelerin bugüne kadar en çok anlatılanı 1720 yılında Sultan III.Ahmet'in oğulları için yapılan sünnet düğünüdür. Eğlenceler hem Haliç'de Aynalıkavak köşkü önünde denizde, hem de Okmeydan'ında kurulu çadırların bulunduğu alanda gerçekleştirilmiştir.

Ben elimizdeki eski bilgileri, yeni teknik olanaklarla birleştirerek Okmeydanı'nın bulunduğu yeri tahmini olarak belirlemeye çalıştım. Ayrıca nişantaşları ilgili bir harita ve bu konu ile ilgili bağlantılar verdim.





http://turkish-archery.blogspot.com/2008/03/trk-menzil-okuluu-yay-ve-oklar.html

http://cizgilibahcevan.googlepages.com/

14 Mart 2008

At Meydanı

1582 yılında At Meydan'ında yapılan sünnet düğünü ekte birinci bağlantıda çok güzel anlatılmıştır.

Bir Osmanlı kaynağına göre, III. Sultan Murat’ın veliahdı, Şehzade Mehmet’in sünnet düğünü, 1582 ilkbaharında, At Meydanı’nda yapılır. III.Murat, 1574 tarihinde, 28 yaşında tahta çıkar; 1582 yılında 36 yaşındadır. Şehzadesi Mehmet ise, sünnet olduğu sırada, 16 yaşındadır. Sünnet düğünü, her gün değişen eğlenti ve ziyafetleriyle, 52 gün sürer.

Düğün, At Meydanı’nda yapılacaktır. Günümüzde, ‘Sultan Ahmet Meydanı’ denilen yere, o zamanlar ‘At Meydanı’ denir; Sultan Ahmet Camii henüz yapılmamıştır. Düğün evi olarak, İbrahim Paşa Sarayı kullanılır.

Meydanın temizliği için, tersanedeki kölelerden 200 kişi ayrılır. Meydanı her gün sulamak için 50 saka görevlendirilir. Bir de Soytarıbaşı vardır. Bu kişi, sırtına ottan bir eğer vurulmuş eşeğine binerek, 500 soytarı ile, halkı güldürür.

Aynı günlerde İstanbul ve Beyoğlu'ndaki tüm zanaatkârlar sırmalı ipek giysiler içinde resmi geçit yapar. Özellikle kuyumcular ve gençler taşlı takıları ile dikkat çeker. Her zanaat kolunu beşyüz ilâ binbeşyüz, ikibin genç temsil eder. Ardından kuyumculuk, terzilik, balıkçılık, şarapçılık,
marangozluk yaptığı belirtilen Rumlar resmi geçite katılır. Yine her zanaat kolunu üç, dört ya da beşbin kişi temsil eder: şık, genellikle de kırmızı giysili ve Rumeli geleneğine uygun biçimde başlarında bere olan, ok ve hançer taşıyan bu kişiler Padişah’ın önüne gelince, Padişah’a övgüler dile getirir, zanaatlarının en güzel örneklerini kendisine sunar, karşılığında bu zanaatkârlara iki - üçbin gümüş sikke gönderilir. Yazar bu noktada Padişah’ın At Meydanı'nda bulunduğu yeri anlatmaya koyulur: Üstü kurşunla kaplı, yarım piramit biçiminde bir mekândır. Dışarıdan içeriyi
görmek çok güçtür ve içeride dört kişi rahatlıkla oturabilir. Resmi geçitin ilk günlerinde Beyoğlu sakinleri, birbirleriyle yarış edercesine şık ve süslü giysiler içinde, gösterişli takılarıyla, Padişah’ın önüne gelir. Yaklaşık ikiyüz kişilik bir grup, içlerinden onüç kişiye kadın elbisesi giydirir; bunlardan birine gelin süsü vererek taht-ı revana oturtur ve Padişah’ın önüne kadar
gelinir; halk kadın giysili kişinin aslında erkek olduğunu anlamaz. Gösteri Rum usulü çok güzel bir dans ile tamamlanır, Padişah çok memnun kalır. Akşama kadar eğlenceler sürer ve Padişah halka para, gümüş fincanlar ile beşbin Venedik parası karşılığında olduğu sanılan sultanî altın sikkeler atar.Bu alıntı için birinci bağlantıda İtalya'nın Modena şehrinde devlet arşivinde bulunan bir belge üzerine yapılan bir araştırmadan faydalanılmıştır



Bu minyatür, bir belge olarak bence çok değerli. Burada 1582 yılında Sultanahmet Camii yapılmadan önce bu alan hakkında çok önemli bilgiler var.
1.Alanın zemin seviyesinin eski durumu çok belirgin.
2.Yılanlı sütun başları yerlerinde duruyorlar.
3.Kanuni Sultan Süleyman'ın kızkardeşi ile evli olan Sadrazam İbrahim Paşa'nın sarayı çok güzel belirtilmiş.(Bugün Türk İslam Eserleri müzesi olarak kullanılan yapı)
4.Bugüne kadar hiç bir yerde rastlamadığım bir ayrıntı var; dikilitaş kaidelerinin çinilerle kaplı oluşuna dikkatinizi çekerim. Belki de Ayasofya'da mozayıkların alçı ile sıvanarak kapatılması gibi kaidedeki Bizans figürleri de çini ile kaplıydı.
5.Padişah III.Murat ve sünnet olan şehzade III.Mehmet ile Safiye Sultan ve Valide Nurbanu Sultan da yan yana geçidi izliyorlar.


Dilenciler

Çöpçüler
Minyatürler ikinci bağlantıda 1582 yılında Surname'den alınmıştır.

Bağlantılar:
http://kutuphane.uludag.edu.tr/Univder/PDF/fen-ed/htmpdf/2003-4(4)/M8.pdf

http://www.ee.bilkent.edu.tr/~history/ottoman2.html

http://mimoza.marmara.edu.tr/~avni/H62SANAT/minyatur.htm

http://polatinangul.blogspot.com/2007/11/osmanli-enliklerinde-gsterim-aralari.html

10 Mart 2008

Yeni Yapı Sarayı - Viyana


Krematoryum ile ilgili yazımda I.Viyana kuşatması sırasında Kanuni Sultan Süleyman'ın otağının bu noktada kurulu olduğundan bahsetmiştim. Bu alana daha sonra Viyana imparatoru II.Maximilian Yeni Yapı ismi ile bir saray yaptırmış olup saray kalıntıları bugün de görülmektedir. Yukarda bu nokta A harfi ile belirtilmiştir.
http://www.wien-vienna.at/geschichte.php?ID=1681

Sarayın perspektif ve plan görünüşleri aşağıdaki gibi o zaman yapılmış bakır gravür tekniği ile bugüne gelen eserlerden biliniyor. Sarayın kuleleri ve temelleri de kısmen yerinde durmaktadır.
http://de.wikipedia.org/wiki/Schloss_Neugeb%C3%A4ude



Google Earth üzerinde yaptığım çalışmaya göre harita üzerindeki yerleşimi aşağıdaki gibi olması gerekiyor.


Resimleri büyütmek için üzerine tıklayınız.
Resme dikkatli bakılırsa krematoryum ortadaki çiçek bahçesinin kenarında beyaz olan yapıdır. Arka planda meşhurlar mezarlığının girişi ve konumu seçilmektedir.

Bu konuda daha fazla bilgi için aşağıdaki bağlantılara bakılabilir.

http://www.suf.at/wien/gebauede/neugebaeude.htm
http://www.viennaslide.com/p/0100-vienna/003811.html

13 Şubat 2008

Krematoryum - Viyana


Pasaportumdaki damgalara bakarak, Almanya'ya bir dönüşümde 03.07.1977 tarihinde benim R5 arabam ile İpsala sınır kapısından Yunanistan'a giriş yaptığımı belirliyorum. Nereden bakarsanız 30 yıllık bir hikaye.
Bugünlerde Osmanlı tarihini ve Viyana kuşatmasını tekrar incelemeye başladım. Viyana'ya Osmanlı ordusunun nasıl gittiği beni her zaman ilgilendirmiştir. O güzergahı defalarca gittim ve her seferinde bilgisizliğim beni utandırdı. Çabam hala o utancı yenmek için.
Elimde bir kaynak var. O da 30 yıl önce aldığım bir kitap. "Kara Mustafa vor Wien" isimli bu kitap Almanca. İlk baskısı 1967'de ikinci baskısı 1976'da yapılmış. Benim başucu kitabım. Bu kitap 1683 yılında yapılan ikinci Viyana kuşatması sırasında Kara Mustafa Paşa yanında bulunan Teşrifatçıbaşı tarafından tutulmuş "Vaka-i Beç" isimli günlükten kalanları aktarıyor. Esas kitap kaybolmuş. Elde kalan bir belge Topkapı sarayında aslından yazılmış 200 sayfalık bir kısım. Başka bir belge de Londra British Museum'da 90 sayfalık bir kısım.
Ben bu kitabı her okuyuşumda yeni bir şey bulurum. Bu kitapta dipnotlar çok fazla. Hızla okurken dipnotlar sonraya bırakıldığı için yeni buluşlar çok oluyor. 1529 yılında yapılan birinci Viyana kuşatması sırasınada Kanuni Sultan Süleyman'ın çadırının kurulduğu yerde çok güzel bir saray varmış. Bu Evliya Çelebi'nin kitabında anılıyormuş. Bu saray kuşatmadan sonra II.Maximilian tarafından yeniden yapılmış ve II.Rudolf tarafından bitirilmiş. Bu dipnotta bu sarayın kalıntılarının bugün Krematoryum'un bulunduğu yerde olduğunu yazıyordu.
Biz İpsala'dan sonra geceyi Üsküp'te geçirdik. Ertesi gece Belgrad'ta kaldık. Bu seyahatte annem, babam ve kızkardeşim de beraberdiler. Bir gece de Avusturya sınırını geçer geçmez Türk izlerinin bulunduğu bir yerde konakladık. Sabah Viyana'ya girdik. Şehir girişinde, etrafın güzelliğindenmidir yoksa dinlenmek ihtiyacımızdanmıdır durmak istedik ve sağda uygun bir yerde park ettik. Şu karşıdaki güzel parkta dinlenelim diye düşündük. Parka girince burasının bir mezarlık olduğunu farkettik. Ve çabucak da Mozart-Beethoven-Schubert üçlüsünü bulduk. Ünlü kişilerin mezarlarını gördükçe şaşkınlığımız artıyordu. Biz bir kültür hazinesi içine düşmüştük.
Arabamızı park ettiğimiz yerin yanında bir yapı ve bir baca yükseliyordu. Etraftaki yazılardan da burasının yakılarak defnedilmek isteyenler için bir krematoryum olduğunu anlamıştık.
O gün gördüğümüz mezarları bugün siz de izleyebilirsiniz.
http://www.euxus.de/wien-musikergraeber.html

27 Aralık 2007

Drina Köprüsü


Drina Köprüsü romanını bulup üç gün içinde büyük bir zevkle okudum. Daha önce okumuş olsanız da hepinize tekrar okumanızı öneriyorum.

Bence Sırp romancı IVO ANDRİÇ, NA DRİNİ CUPRİJA romanında, çok tarafsız bir gözle Avrupa'da Osmanlı'nın doğuşu ve batışı arasındaki yaklaşık 350 yılı, bu köprü ile sembolleştirmiştir.

Osmanlı'nın topladığı 10-15 yaşları arasındaki devşirme Hristiyan çocukları, küçük Bosna atlarının sırtındaki sağlı sollu sepetler içerisinde İstanbul'a getirilirken, Vişegrad'da Drina'nın sol yakasında konaklarlar ve salla karşıya geçirilirlerdi. Anne ve babalar oğullarını son defa burada görürler ve çok acıklı görüntüler oluşurdu. 1516 yılının bir sabahında, sonradan Sokullu Mehmet Paşa olarak sadrazamlık yapacak yakınlardaki Sokoloviç köyünden bir çocuk da bu çocuklar arasındaydı

Drina nehri Vişegrad'da kuzeye doğru akar, doğudan gelen Rzav ile birleşerek daha kuzeyde Sava nehrine karışır. Sava nehri de Belgrad'da Tuna ile buluşur. Drina bugün de Bosna-Hersek ile Sırbistan'ı birbirinden ayıran bir sınır nehridir. Tarihi köprü uydu fotoğrafında kırmızı elips içinde görülmektedir.
Eski köprü trafikten zarar görmemesi için vasıtalara kapatılmış ve daha kuzeyde görülen yeni köprü ile ulaşım sağlanmaktadır. Fotoğrafta köprüden önce Rzav'ın Drina'ya karıştığı yer de görülmektedir.
Sokullu Mehmet Paşa'nın gönderdiği ustalar 1566 yılında beş yıl sürecek köprü inşaatına başlarlar. Yapı 250 adım uzunluğunda ve 10 adım genişliğinde planlanmış 11 açıklıklı bir kemer köprüdür. Köprü ile birlikte bir de Kervansaray yapılmıştır. Kervansaray ,köprüden 200 adım mesafede, her hafta pazar kurulan Meydan'a çıkan yokuşun başladığı düzlükte inşa edilmiştir. Bu yapı tipik bir Osmanlı kervansarayı olup yeme içme dahil bir gecelik konaklama vakıf tarafından karşılanmaktadır. Macaristan elden çıktıktan sonra vakıf gelirleri yok olduğu için, yapı bakımsızlıktan harabeye dönmüştür. Avusturya'lılar gelince kalıntıları tamamen yıkarak yerine garnizon binası yapmışlardır.
Köprünün yapımı 5 yıl sürmüştür. İlk yıl ormandaki ağaçları kesmek ve kütükleri taşımak ile geçer. Drina'ın iki kıyısına da o kadar çok tahta yığarlar ki herkes ahşaptan bir köprü yapılacağını sanır. Sonra toprak tesviyesi ve kıyıdaki kayaları kırma işleri yapılır. İkinci yıl Dalmaçyalı taşçılar da gelir. 30 kadar taşçı ustasının şehirden bir saat uzaktaki Banya yakınlarında yonttuğu taşlar köprüye taşınır. Bir taraftan da işçiler köprü ayaklarını kuruda yapabilmek için suyun akıntısını değiştirecek kazık sıralarını hazırlayıp aralarını sepetlerle taşıdıkları kille doldurup bir nevi batardo oluştururlar. Yoğun çalışma bölgedeki yaşamı çok etkiler. Yöre halkının malı, tarlası, bahçesi, hayvanları zarar görür, kendisi de bazen parayla bazen de angarya ile çalıştırılır. Bu da halkta hoşnutsuzluk uyandırır. Bu hoşnutsuzluk direnişe, hatta köprüyü tahrip edecek sabotajlara kadar ulaşır. Sabotaj sırasında yakalanan birisi hunharca kazığa geçirilir ve henüz yaşarken halka teşhir edilir. Bu kazığa geçirilme sahnesi çoğu kişinin tamamını okuyamıyacağı kadar zalimcedir.

Köprü tam ortasında birbirine eşit iki teras ile genişler. İşte köprünün bu bölümüne Kapiya derler. Terasların uzunluk ve genişlikleri beşer adımdır. Terasların etrafı köprününki gibi taş parmaklıklarla çevrilmiştir. Kasabadan gelişte sağdaki terasa Sofa derler. İki basamakla çıkılır, etrafı taş sıralarla çevrilidir. Karşı teras da Sofa'nın aynıdır. Ancak sırası falan yoktur. Parmaklıkların orta yerinde insan boyunda bir duvar vardır. Onun tepesine de mermer bir kitabe konmuştur. Duvarın dibinde bir çeşme vardır. Bu terasa , cezveleri, fincanları ve mangalı ile bir kahveci yerleşmiş olup Sofa'da oturanlara kahve taşır.
1878 yılı yaz başlarında, padişahın hiç karşı koymadan Bosna'yı bıraktığına herkes inanmıştır. Vişegrad Müslümanları arasında direnme konusunda ayrılık çıkar. Ali Hoca Mütevelli de romanda köprü gibi bir sembol figürdür. Ali Hoca direnişe karşı çıktığı için, Vişegrad'dan çekilirlerken direnişçilerin reisi tarafından Avusturya'lıları karşılasın diye Kapiya'da kulağından eski karakoldan kalan bir kazığa çivilenir. Artık Avusturya hakimiyeti başlar.
Daha sonra Sırbistan bağımsızlığını kazanır. 1914 yılında Saraybosna'da Avusturya-Macaristan veliahtinın bir Sırp tarafından öldürülmesi, Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasına sebep olur. Avusturya'lılar Vişegrad'ı topa tuttukları bir sırada köprünün orta ayağının yanındaki ayak (şehre uzak olan) hasar görür . Daha önceleri Vişegrad'ın işgali sırasında köprünün o ayağında, bakım yapıldığı görünüşü verilerek patlayıcı madde yerleştirildiği halk arasında anlatılırmış. Köprünün tahribi o kadar güçlüdür ki ayaktan kopan büyük bir parça çarşıda Ali Hoca'nın dükkanına kadar ulaşır. Ali Hoca o gün, bu şaşkınlıkta evine ulaşmaya çalışırken yokuşta tıkanır ve ölür. Böylece Osmanlı'dan bir son iz de yok olmuştur.

Nejat Uğurlu 15.12.2007
Kaynakça:

27 Ağustos 2007

Sidemara Lahti


Bu fotoğraflarıYenikapı Marmaray sergisi için Arkeoloji Müzesine gittiğimiz gün çekmiştim. Müzenin Kuzey bölümü 30 yıl parasızlık ve bakımsızlıktan kapalı kalmış. Bu yıl tekrar halka açılmış. Bu lahtin ismini çok iyi hatırlamakla birlikte üniversite yıllarımda gördüğümü tam hatırlamıyorum.


Av sahnelerinin canlılığı, mermerin işlenişindeki yumuşaklık ve ustalık beni büyüledi. Bu lahtin bir özelliği de yüksekliğinin fazla oluşu ve ağırlığının 24 tonu bulması. Eserin M.S 200-300 yıllarında yapıldığı sanılıyor.

En kısa zamanda tekrar görüp daha güzel fotoğraflar çekmek istiyorum.

17 Ağustos 2007

İstanbul'u Sevmek

Ben bir şehri tanımayı o şehrin her köşesini incelemek kadar o her köşenin tarihini ve geçmişini gözünde canlandırmak olarak düşünüyorum.
O şehrin geçmişi ne kadar eskiyse, insanın gözünde canlandıracağı şeyler de o kadar zengin ve derin olacaktır. Ben her Sultanahmet meydanına gidişimde Hippodrom'un 532 yılını düşlerim, araba yarışları, maviler, yeşiller, kırmızılar, beyazlar, gözlerimin önünde uçuşur. Jüstinyen ve Teodora'yı Sultanahmet camiinin meydana bakan kenarında localarında yarışları başlatırken görür gibi olurum. Sonra büyük Nika isyanı gözlerim önüne gelir. Belki de bu şehrin gördüğü en büyük felaketdir bu. Yangınlar... Her tarafta yıkım, taş üstünde taş kalmamış bir şehir. Daha önceki Ayasofya'nın yanıp yok oluşunu düşünürüm. Nerdeyse imparator ve imparotariçe şehirden kaçmak üzeredir. Belizarius adlı bir komutan çıkar ve Hippodrom'da 30000 kişiyi kılıçtan geçirir. Bizim maça gittiğimiz zamanlar stadlar da o kadar insan alırdı. O kadar insan nasıl öldürülür. Bu vahşet hiç aklımdan çıkmaz. Sonra aynı yıl bugünkü Ayasofya'nın inşaatına nasıl başlanabildiğini düşünürüm. Bu zor şartlar altında beş yılda böyle bir inşaatın bitirilmesine şaşarım. 31 m çapında bir kubbenin o şartlarda nasıl yapıldığını aklım almaz. Restorasyon için kurulan iskeleyi görenler kubbeyi yapmayı bırakın iskele kurmanın bile ne hacımlı bir iş olduğunu anlayabilirler.
Salı günü gene aynı şeyler kafamdan geçerken bilmediğim köşeler aramaya oraya buraya burnumu sokmaya başladım. Önce Çemberlitaş önüme dikildi. Restorasyon çalışması beni sevindirdi. Gerçi uzun zamandan beri bir çalışma olmadan duruyor ama ...


Bu taş belki de şehrin ilk anıtı. Konstantin şehri kuruyor ve ilk hristiyanların zaferini simgeliyor bu anıtla. Ara sokaklara daldım. Eminönü Belediyesi'ne rastladım. Daha önce hiç görmemiştim..Bir levha. Teodosius sarnıcı. Ben İstanbul'u az çok bildiğimi sanırım. İlk defa duyuyorum. Gerçi çok sarnıç var İstanbul'da ama... Teodosius zamanı İstanbul tarihi için bayağı eski. Hippodrom'un süslendiği Mısır'dan getirilen dikilitaşın dikildiği, bundan önceki Ayasofya'nın yapıldığı zaman. Teodosius Dikilitaş'ı da beni her zaman büyülemiştir. Sarnıcı gezdim fotoğraflarını çektim.
90'lı yıllarda bulup temizlemişler. Yeni sayılacak bir eser. İstanbul'un güzelliklerinden biri de her an yeni eser rastlama şansının oluşu. Sonra Gedikpaşa ara sokaklarına daldım. Gedikpaşa'nın dik yokuşlarından aşağı doğru deniz ne kadar güzel görünüyor.
Hayat çok canlı idi. Eski zamanlarda 1500 yıl önce de insanların böyle koşuşturduklarını işliklerde çalıştıklarını, mallarını bu sokaklarda sattıklarını ve benim gibi bu noktadan denize baktıklarını düşündüm....Ne kadar zengin olduğuma sevindim ve biraz daha hayal gücüm olmadığına üzüldüm.
Sonra ara sokaklardan yolum tekrar Hippodrom'a düştü. Her görüşümde dişleri dökülmüş insanı anımsadığım örme dikilitaş karşıma çıktı. 700 yıl geçmiş 1204 yılına gelmişiz. Bu şehir, haçlı seferi yapıyoruz diye yola çıkan o zamanın din bezirganlarının hışmına uğramış. Hunlar'ı barbar olarak kabul eden bu barbarlar, Papa adına şehri talan etmişler. Bu güzel dikilitaşın üzerinde parıl parıl parlayan süslü bronz levhaları söküp eritip para basmışlar. 800 yıl bu güzelliği dişsiz bir insan gibi bizlere seyrettirdiler. 57 yıl süren Latin imparatorluğu da bir kara leke olarak gözlerimin önüne geliyor. 1200 yılında doğmuş olsaydım 4 yaşından bugüne kadar o sefillerin içinde yaşamış olacak ve başka bir şeyden haberim olmayacaktı....

10 Mart 2005

06 Ocak 2005